El-Adl (El-Âdil) İsm-i Şerîfi

Allah’ın ismi olarak Adl, ‘çok âdil‘ demektir. ‘Asla zulmetmeyen, hakkaniyetle hükmeden, haktan ve doğrudan başkasını söylemeyen, bütün icraatında bu şekilde hareket eden‘ diye de tanımlanmıştır.[1]

El-Adl (El-Âdil) Allah, her işinde, her hükmünde adaletin zirvesinde; hakîkî adâletten kendisini alıkoyacak takıntıları olmayan, her şeyi ölçülü yaratan, kâinât nizâmını eşsiz dengeler üzerinde kuran, iyi iş ile mükâfâtı, suç ile cezâyı çok ince ve dengeli ölçüler üzerine oturtandır.[2]

Allah, insanı adı üzere; yani düzgün, eli, ayağı, gözü, kulağı, kısaca bütün organları birbirine denk gelecek ve dünya hayatını sürdürmesini sağlayacak bir özellikte yaratmıştır; yani onu tam bir denge üzerinde var etmiştir.[3]

Peygamber evladını bile hesaba çekecek olmasıyla; Allah âdildir.

İlk kulu Hz. Adem’in katil oğlunu bağışlamamasıyla Allah âdildir.

Yarattığı ateşin (bu dünya için) hem Müslüman hem de kendi düşmanı kâfire aynı acıyı vermesiyle Allah âdildir. Daha rahat daha güvenli ve daha huzurlu yaşayabilmemiz için hazırladığı kanunların kendi peygamberlerini de bağlaması açısından yüceler yücesi Allah âdildir.

Yaptığımız en ufak bir amelin bile karşılığını verecek olması, vaadettiği cennet ve cehennemi doldurması O’nun adaletinin son tecellisidir. Allah (cc)’nın âdil olması, Müslümanları çok rahatlatır. Hele de zâlimlerin zulmüne uğramışsa; “Zalimler için yaşasın cehennem!” diyerek Allah’ın adaleti haykırılmış olur.[4]

Allah, ağacın dallarından, güneşin gezegenlerine, Cennetin tabakalarından, Cehennemin menzillerine kadar her şeyi lâyık mevkiine koymuştur. Bunun bir küçük misalini de insanda sergilemiş, her organı yerli yerine koymuş, vazife yapması için gerekli olan bütün şartları en güzel şekilde hazırlamış ve ihtiyaçlarını görmüştür. İnsanın simasında, göz ile kulağı nasıl adaletle yerleştirmişse, ruhunda da akıl ve hafızayı aynı adalet ölçüleriyle yaratmış ve her birine uygun görevleri yüklemiştir. Varlık âleminde adaletini en güzel şekilde gösteren Allah, kullarının amellerine de adalet üzere karşılık verecektir.[5]

Femey-yağmel misgâle zerratin [k]hayray-yarah ve mey-yeğmel misgâle zerratin şerray-yarah.

“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onun mükafatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.” (Zilzâl Sûresi, 7-8) [6]

“Adalet” denilince bunun zıddı olan “zulüm” hatıra gelir. Zulüm, “başkasının mülkünde, izni olmaksızın, tasarruf etmek” demektir. Allah zulümden münezzehtir; çünkü bütün mülk âleminin tek sahibi ve yaratıcısı O’dur. Bütün esmâ-i hüsnâ gibi, Adl isminin de diğer isimlerlerle yakın ilgisi vardır. Bunu kısaca şöyle ifade edebiliriz: Azîz, Cebbâr, Celîl, Kahhâr, Kadîr, Muktedir, Muntakîm. Olan Allah, adaleti en kâmil mânâda tatbik eder. Rahmân, Rahîm, Kerîm, Latîf, Halîm, Ğaffar. Olan Allah, bir kulunu Cehenneme koyarsa, o kul bunu hak etmiş demektir.

Bir insanın Adl isminden feyiz alabilmesi için, öncelikle kendisine ilâhî bir ihsan olarak verilen bütün organlarını, akıl, kalb, hayal, hafıza gibi manevî cihazlarını, sevgisini, korkusunu ve daha nice hislerini yaratılış gayelerinde kullanması gerekir. Ancak o zaman, ‘her şeyi yerli yerine koymak ve her hak sahibine hakkını vermekle’ adalet etmiş ve zulümden kurtulmuş olur.

Aklını başkalarını aldatmaya ve onlara haksızlık etmeye yoran bir insan, öncelikle kendi aklına zulmetmiş olur. Çünkü, o akılla nice ilimler tahsil edebilir ve faydalı işler yapabilirdi. Böylece, hem dünyasını hem de âhiretini mamur etmiş olurdu. Muhatabına zarar vermekle ettiği zulüm ise ikinci derecede kalır. Çünkü, kendi aklına verdiği zarara karşılık muhatabının, meselâ, malına zarar vermiş olur. Yine, bir insanın âdil olabilmesi için, maddî imkânlarını da adalet üzere kullanması, israftan sakınması, fakirin hakkı olan zekâtı eksiksiz vermesi gerekir. Zekât vermeyen insan, hem kendi nefsine, hem de muhtaçlara zulmetmiş demektir.

Adaletin ikinci şubesine gelince, elinde hüküm ve infaz yetkisi bulunan kimseler, ‘zalimlere hak ettikleri cezayı vermek’ ve bunu yaparken de aşırı giderek zulme girmemek suretiyle, Adl ismine mazhar olur ve bu isimden ayrı bir feyiz alırlar.[5]

Allah, nasıl insanı adı üzere yarattıysa, onun da yeryüzünde adı üzere davranmasını, yani her zaman koyduğu mizana uygun hareket etmesini ister: “Allah “adl’le emreder.” (en-Nahl, 16/90); “İnsanlar arasında adl’le hükmolunmasını emreder” (en-Nisa, 4/58 )

İslâm’da adâlet mülkün, yönetimin temelidir, âlemin nizamı, “amel ve itaatta kaçınılmaz ahlâki bir fazilet’tir. Adl, tevhîd ile özdeştir; birbirinden ayırmak mümkün değildir. Çünkü, ancak Tevhîd üzere olunduğu zaman adâleti gerçekleştirmek mümkün olabilir; madem ki kâinattaki düzeni belirleyen ve insanın hayatı için bir mizan ve sistem koyan Allah’tır, o halde insan, Tevhîd üzere yaşayıp Allah’ın mizanına uyarak adl’de bulunabilir. Allah’ın ahkâmına tam anlamıyla iman etmemiş bir kimse adı üzere olamaz.

Allah mutlak âdildir; fakat kullar Allah’a karşı adâlette bulunamaz; yani O’nu bir başka şeyle denk sayamaz; O’nu bir tartının bir kefesine, bir başka şeyi de öbür kefeye koyamaz. Böyle bir hareket ve inanç, kesinlikle şirktir. Allah’a ortak koşmak demektir; çünkü Allah hiçbir şeyle tartılamaz, ölçülemez. Kurân’da “Sonra kâfir olanlar Rablerine adı ediyorlar” (el-En’âm, 6/1) buyrulur; yani, kâfirlerin Allah’tan başka Rabler ve ilâhlar kabul edip, bunları Allah’la birlikte aynı kefeye koyup tarttıkları ifade olunur; bu ise Allah’a ortak koşmak, O’na başka varlıkları eşit görmektir. Şu halde, kulun, Allah’ın mutlak âdil olduğunu kabul edip, O’nun koyduğu mizanın iki kefesini de denk tutmaya çalışması, yani adı üzere olması, Allah’ı bir başka şeyle tartmaya kalkışmaması İslâmî akîdenin, yani Tevhîd’in gereğidir.

Allah’ın asla zulmetmediği, hak ile hükmedip çok âdil olduğu anlamında kullanılan adı sıfatı onun mahlûklarına büyük nimetler vermede âdil olduğunu ifade eder. Allah’ın mutlak âdil olduğunda bütün İslâm âlimleri arasında tam bir ittifak olmakla birlikte adâlet sıfatının izahında Mutezile10 fırkası ayrı bir izah getirmiştir.[2]

Etimoloji

“Adl”, sözlükte “doğru olmak”, “doğru davranmak”, “adâletle hükmetmek”, “eşitlemek”,”dengelemek” vb anlamlara gelen bir mastardır. Diğer taraftan bu kelime, “doğruluk”, “hakkaniyet” ve “adalet” gibi anlamlarla isim olarak kullanıldığı gibi “çok âdil” anlamında sıfat olarak da kullanılır.[7][2]

Istılahta ise daha çok mübalağa ifade eden bir sıfat olarak kullanılmış ve “çok âdil, asla zulmetmeyen, hakkaniyetle hükmeden, haktan ve doğrudan başkasını söylemeyen, bütün icraatlarında da bu şekilde hareket eden” anlamlarına geldiği kaydedilmiş ve sadece Allah’ın 99 isminin sayıldığı Esmâül-Hüsnâ hâdisinde yer almıştır.[8][2]

Bu isimle ilgili açıklamalarda bulunan Gazâlî, Allah’ın adaletinin ne anlama geldiğini bilmeden O’nun âdil olduğunun anlamını, O’nun hikmet dolu fiilleri ile yaratıp yönettiği evreni tanımadan da ilâhî adâleti kavramanın imkânsızlığına dikkat çeker.[9][2]

Adl, Kurân-ı Kerîm’de çeşitli müştâklarıyla (türevleriyle) birlikte pek çok âyette geçerse de, bunların hiçbirinde Allah’ın adâlet sıfatını ifade edecek bir muhtevâ içinde kullanılmamıştır. Sadece bir âyet-i kerîmede; [2]

وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ صِدْقًا وَعَدْلًا لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِهِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

Ve temmet kelimetu Rabbike sıdgav-ve adlel-lē mubeddile likelimētihî ve huves-semîul alîm.

“Rabbinin kelimesi (Kurân) doğruluk ve adalet bakımından tamdır. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Enâm Sûresi, 115) [10]

buyrularak O’nun sözünün adâletli olduğu belirtilmiştir. Ancak birçok âyette Allah, adâletin zıddı olan “zulüm” kavramından tenzih edilmiş, ayrıca “adl” anlamına gelen “ksıt” ve “hak” kelimeleri, Kurân’da ve hâdislerde Allah’a izâfe edilmiştir.[11][12][2]

Kurân-ı Kerîm’de “hak ve adâletin mutlaklığı”, önemle üzerinde durulan hususlardandır. Allah’ın âhirette hiçbir haksızlığa meydan vermeyecek şekilde bizzat adâletle hükmedeceği kesinlikle belirtilmiştir: [2]

وَنَضَعُ الْمَوَازِينَ الْقِسْطَ لِيَوْمِ الْقِيَامَةِ فَلَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئاً وَإِن كَانَ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِّنْ خَرْدَلٍ أَتَيْنَا بِهَا وَكَفَى بِنَا حَاسِبِينَ

Venedaul mevēzînel gista liyevmil giyēmeti felē tuzlemu nefsun şey’ev ve in kēne misgâle habbetim-min [k]hardelin eteynē bihē vekefē binē hâsibîn.

“Kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Öyle ki hiçbir kimseye zerre kadar zulmedilmeyecek. (Yapılan iş) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirip ortaya koyacağız. Hesap görücü olarak biz yeteriz.” (Enbiyâ Sûresi, 47) [13]

El-Adl ve Adalet

Kainattaki sistem kusursuz bir şekilde işliyor. İnsan organlarından hayvanların dağılımına ve çeşitlerine, güneş sisteminden diğer galaksilere, mikro alemden makro aleme kadar her seviyede varlık bu dünyada bir icraat sürüyor ve bunların özellikleri ihtiyaçları olduğu şekilde hassas mizanlarla belirlenmiş; mutlak adalet bunlarda tecelli etmiş. “İnsan aklı hiçbir yerde gerçek olarak hiçbir israf, hiçbir fuzûlîlik görmediği gibi; insanların bulduğu fenler de, her şeyde en mükemmel bir düzen, en güzel bir ölçülülük görüyor ve gösteriyor.” [14] Âdil-i Mutlak, varlığa hayatlarını rahatça devam ettirmeleri için adaletinin ve rahmetinin gereği ihtiyaçlarını vermiş; buna mukabil kaldıramayacağı yükü ona yükleyerek zulmetmemiştir de. “Evet hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de gerçek zulüm ve ölçüsüzlük yoktur.” [15] Ve her hak sahibine amelinin karşılığını verecektir ve vermektedir; hak sahibi kendisine inanmasa da. İnsanın bundan zerre kadar şüphe duyması imkansızdır:

Kainatta ve bütün varlıklarda egemen olan rahmet, inâyet, adalet, hikmet, iktisat ve temizlik gibi pek kuvvetli geniş hakikatler; dirilişin yokluğuyla ve âhiretin gelmemesiyle merhametsizliğe, zulme, hikmetsizliğe, israfa, kirliliğe, fuzûlîliğe dönüşsünler? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Bir sineğin yaşama hakkını merhametle koruyan bir rahmet, bir hikmet; acaba dirilişi getirmemekle bütün şuûr sahiplerinin hadsiz yaşama haklarını ve nihâyetsiz haklarını zâyi eder mi ve deyim yerindeyse, rahmet ve şefkatte, adalet ve hikmette hadsiz hassasiyet ve dikkat gösteren bir muhteşem rubûbiyet; kemâlâtını göstermek, kendini tanıttırmak ve sevdirmek için bu kâinatı hadsiz hârika sanatlarıyla, nimetleriyle süsleyen bir Ulûhiyet saltanatı, böyle hem bütün yüksek sıfatlarını, hem bütün yaratıkların haklarını hiçe indiren ve inkâr ettiren haşirsizliğe müsaade eder mi? Hâşâ! Böyle bir sınırsız güzellik, böyle bir sonsuz çirkinliğe besbelli ki müsaade etmez. Evet âhireti inkâr etmek isteyen kişi, önce bütün dünyayı bütün gerçekleriyle inkâr etmeli. Yoksa, dünya bütün gerçekleriyle, yüz bin dil ile onu yalanlayarak, bu yalanında yüz bin derece yalancılığını ispat edecek. Onuncu Söz kesin delillerle ispat etmiştir ki: âhiretin varlığı, dünyanın varlığı kadar kesin ve şüphesizdir.[16]

Adaletin diğer bir cephesi ise zulmü engellemektir. “Zulüm, ‘başkasının mülkünde, izni olmaksızın, tasarruf’ etmek demektir.” [17] “Müslümanlıkta, her ne sûretle olursa olsun, zulüm haramdır, menfur (nefret edilen) ve müstekreh (tiksinilen) bir sıfattır, hasmı da Allah’tır.” [18] Allah- Teâlâ, zulmü ortadan muhakkak kaldıracaktır ve kaldırmaktadır. Zulmü gönderdiği dininde yasaklamıştır, zulmedenlere ise layık olduğunu verecektir ve bunu yaparken de zulmedene de zulmetmeyecektir, sadece hak ettiğini verecektir. Eğer bu yapılmazsa bu sefer zulmün muhatabı olan kişiye haksızlık yapılmış olur; ama öbür şekliyle adalet tam manasıyla tecelli etmiş olur. Allah’ın hakikati bilmek için ne savcıya ne de şahide ihtiyacı yoktur; çünkü o sonsuz ilim ve kudret sahibidir ve insan eliyle sağlanılan adaletin bir yerinde açık kalması oldukça kuvvetli bir ihtimaldir. Çünkü suçluyu bulmak, onun cezasını ayarlamak, cezasını çekerken şartlarını belirlemek, bunları en etraflı şekilde gerçekleştirmek imkansızdır. Maksûdu (istenen şey) ancak mutlak kudret, adalet ve sonsuz ilim sahibi bir Zat yapabilir. O da Allah’tır.

Dünyadaki Bazı Kimselerin Durumu ve Allah’ın Adaleti

Zihinlerde kimi zaman kendine yer bulan bir soru var: Bazı insanlar zengin, bazısı güçlü, bazısı sakat, bazısı hasta. Bazısı ise bazısına zulmediyor ve bütün zulmüyle dünyadan göçüp gidiyor. Bu nasıl adalet? Bu konuda inşallah geniş bir yazı hazırlanacak; ama şimdilik birkaç fikir vermesi için bazı noktalara temas etmekte fayda var. Bu soru düşünüldükçe bunun uç noktası ve sorudaki mantık örgüsünün bizi getirdiği nokta akla geliyor: Varlığın tamamen müsâvi (eşit, dengeli) olması gerek. Yani eğer eşitlik isteniyorsa bu her yerde ve her canlı türünde böyle olmalı. Hatta herkesin aynı şartları yaşaması, aynı şeyleri görmesi, aynı hislere sahip olması gerek; saniyesi saniyesine aynı herkes aynı hayatı yaşamalı, aynı yerde doğmalı, aynı şeyleri görmeli, aynı fıtratta olmalı, aynı imkanları bulmalı, aynı hislere sahip olmalıdır. Hatta mutlak eşitlik için bu da yetmez: Varlıklar arasında mutlak eşitliğin sağlanması için hayvanlar bile insan olmalı ya da insan hayvan olmalı. Özetle tek bir varlık olmalı ve bu varlığın bulunduğu yer bile koordinatı koordinatına aynı şey olmalı. Öbür türlü yarım yamalak, vasat bir adalet olur; bu da bütün sıfatlarında mükemmel bir varlığa yakışmaz.

Mezkûr (anılan) kaziye (hüküm) kuru bir laf safsatası değil bu düşünceye göre zerresi zerresine dünyada hayatın nasıl olması gerektiğinin ifadesidir. Aksi takdirde çok ufak da olsa haksızlık olur ki bu, Yaratıcının tanımına sığmaz; çünkü Yaratıcı mutlak kemal sahibidir. Adalet tasvir edildiği gibi sağlanırsa varlık vücud bulamaz ki! Yani bulur belki; ama hiçbir şekilde anlamı kalmaz. Şu anda meseleyi tasavvurlarımıza sığdırmak zor; lâkin konunun mantıkî boyutu bu. Velhasıl mahlukatın mahluk olması için, yaratılış amacına uygun olması için, Allah’ın isimlerini yansıtabilmesi için, tekâmüle (olgunlaşma) açık olması için çeşitli kademelerinin ve farklı aaafiyâtının (özellikler, nitelikler, durumlar)mevcut olması gerekir. Buna ilaveten meselenin kainatta eşitsizliklerin hâkim olması, mahlukun zıddıyla bilinmesi, zahiren zulüm gibi görünen şeylerin arka planda birçok maslahatı (fayda, iş) barındırma ihtimali, şimdilik zulüm olan şeyin adalete dönüşmesi için vaktinin gelmesini beklemenin gerekliliği, herkesin kendi şartları içinde değerlendirilecek olması, imtihan sırrı gibi yönleri de mevcut; şu anda yerimiz bunları ayrıntısıyla ele almaya müsaade etmiyor.

Adl ve Âdil Arasındaki Fark

Âdil insanlardan bir saf teşkil edilse, en aşağıdaki şahıstan en yukarıdakine kadar hepsine de (âdil) unvanı verilir. En baştaki şahsa gelince: Bunu ötekilerden ayırt etmek için mübalâğa manâsı gözetilerek mastardan isim yapılır da, o şahsa âdil yerine (adl) denir ve böyle denmekle gûyâ o şahsın her tarafı adâlet kesilmiş, içinde ve dışında adâletten başka bir unsur kalmamış gibi bir ma’nâ mülâhaza edilir. [19] Bu ise insan için mümkün değildir, Adl kelimesi sadece Allah (cc) için mevzubahistir; “çünkü hakiki manâsıyla adl demek bütün varlığa şâmil ve her an değişip duran nâ-mütenâhi (sonsuz) şüûn (ya da şuûn:işler, fiiller) üzerinde adâletini gösteren demektir.” [20]

Adl İsm-i Şerifinin Şuur Sahibine Bakan Yönü

İnsan birçok nimetle donatılmıştır. Herkes kendi konumuna göre elindeki imkanları güzel şekilde kullanmak durumunda olduğu için bu nimetlerin de hakkını vermelidir. Kendisi elinden geldiğince en uygun şekilde her platformda adaletin tecelli etmesi için uğraş vermeli, zulme gözünü kapamamalıdır; ama bunu yaparken de şartları mazlumun aleyhinde ağırlaştırmamak için adımlarını dikkatli atmalıdır; yoksa bundan da sorumlu tutulabilir. Ayrıca insan kendisine verilen adalet duygusunu çıkış noktası yaparak Allah’ın adalet duygusu hakkında fikir yürütebilir.

Şuurlu varlıklar, kendi haklarına, başkalarının haklarına saygı duymak zorunda oldukları gibi kainata da saygı duymalıdırlar ve onunla çatışmamalıdırlar. Tabiatı kirletmekten yanlış ve gereksiz ağaç kesimine kadar çevreyle ilgili her türlü sorumsuz davranış başkalarının da kainatın da hakkına tecavüzdür.

Kainat örnek insan gibi hayatını devam ettiriyor, insan ise bundan nasibini almıyor: “Ey israflı, iktisatsız. Ey zulümlü, adaletsiz. Ey kirli, nezâfetsiz (temizliksiz) zavallı insan! Bütün kâinatın ve bütün varlıkların hareket prensibi olan iktisat, temizlik ve adaleti yerine getirmediğinden, bütün varlıklara ters düşüşünle, mânen onların nefretlerine ve hiddetlerine hedef oluyorsun. Neye dayanıyorsun ki; bütün varlıkları zulmünle, ölçüsüzlüğünde, israfınla, kirliliğinle kızdırıyorsun?” [20]

Âdil Rabbim.

“Bana zarif ve ölçülü bir beden giydirdin.
Bakışıma Sen renk verirsin, eşyaya Sen ahenk verirsin.
Öylesine hoş ahenk verirsin ki,
Senin takdir ettiğim eğrilikler de doğrudur.

Öylesine güzel ölçüler koyarsın ki,
Senim irâde ettiğin sapmalar da yoldur.
Her şeyin lâyık olduğu sûret,
Herkesin ihtiyaç duyduğu yetenek Sendendir.

Yerinde isteklere, haklı arzulara mutlaka cevap veren Sen’sin.
Zorda kalmışların imdâdına,
Çaresiz kalmışların feryâdına yetişen Sen’sin.
Senin adâletin sayesinde ki, zâlimler zulmüyle kalmaz;
mazlûmların âhları zâyi olmaz.

Sen’sin zulme uğrayanların dayanağı.
Sen’sin mahzun kalplerin sığınağı.
Senin adâletindir sığındığım.

Senin mizânındır güvendiğim.
Adaleti emreder, kötülüğü nehyedersin.
Yetime iyilik ister, sapmaktan men edersin.
Nefsime zulmetmekten koru beni.

Adâletine râzı eyle nefsimi.
Eğrilmekten koru kalbimi.
Rızana göre ölçülendir beni.
Mizân’ında güzel eyle âkıbetimi.

Kolay eyle sorgu suâlimi.
Hesap verme inceliğiyle yaşat beni.
Zulmetmekten uzak eyle beni.
Zulme uğramaktan koru beni.” [21]

Kaynak : https://gizliilimler.tr.gg/El_Adl–k1-El_Adil-k2–Ism_i-Serifi.htm

Kaynaklar

[1] Doç. Dr. Abdülaziz Hatip, “Kur’ân ve kâinat penceresinden Esmâ-i Hüsnâ”, Gençlik Yayınları, Nisan 2001, s.164.
[2] Dr. Niyâzî Beki, “Abdülkâdir Geylâni ve Esmâ’ül-Hüsnâ Kasidesi”, Sultan Yayınevi, İstanbul 2001, s.94-95.
[3] Ali Ünal, “Adl” maddesi, Şamil İslam Ansiklopedisi, www.sevde.de/islam_Ans/islam_ans.htm
[4] Feyzullah Birışık, “Esmâul Hüsnâ”, “el-Adl” maddesi, Karınca Yayınları.
[5] www.sorularlaislamiyet.com/index.php?s=article&aid=9230
[6] www.diyanet.gov.tr/kuran/meal.asp?page_id=599
[7] Râğıb el-İsfehânî, “el-Müfredât”, “adl” maddesi.
[8] Bekir Topaloğlu, “Adl” maddesi, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.1., s.387.
[9] Gazâlî, “el-Maksad”, 68.
[10] www.diyanet.gov.tr/kuran/meal.asp?page_id=141
[11] bknz. Al-i İmrân 3/18, el-Enâm 6/75, el Arâf 7/8, Yûnus 10/4.
[12] Tirmizî, “Da’avât”, 83; İbn Mâce, “Duâ”, 10.
[13] www.diyanet.gov.tr/kuran/meal.asp?page_id=325
[14] a.g.e., s.166.
[15] a.g.e., s.168.
[16] a.g.e., s.169.
[17] Prof. Dr. Alâaddin Başar, “Esmâ-i Hüsna Allah’ın Güzel İsimleri”, Zafer Yayınları, Eylül 2001, s.85.
[18] Ali Osman Tatlısu, “Esmâ’ül Hüsnâ Şerhi”, Yağmur Yayınevi, İstanbul 1982, s.89.
[19] a.g.e., s.90.
[20] Doç. Dr. Abdülaziz Hatip, a.g.e., s.167-168.
[21] medinefm.mutluforum.org/allah-cc-yasaklari-f7/el-adl-cc-t617.htm

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Eti Markasi Basari Oykusu

Mamografi Sonuç - Mamografi Sonucu Sorgula

hizbul bahr duası(dilek için)